İstanbul’un 17. yüzyılda yaşadığı dini ve sosyal dönüşümler, kadızadeliler adlı selefî topluluğun ortaya çıkmasıyla şekillendi. Bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’nda halk, dini inançlarını ve uygulamalarını sorgulamaya başladı. Kadızade Mehmed Efendi‘nin liderliğindeki bu hareket, camilerde ve sosyal alanlarda bile derin etkiler bıraktı. İnsanlar, “Bu cami sizin, bu cami bizim!” diyerek ayrışmaya başladı.
Kadızadelilerin kökenlerine baktığımızda, bu hareketin temellerinin İmam Birgivî’ye dayandığını görüyoruz. Birgivî, 16. yüzyılda yaşamış bir âlim olup, halk arasında pek de bilinen görüşler ortaya koymuştu. Örneğin, “Türbeler kapatılmalı; para ile Kur’an okutulmamalı; savaş zamanı dışında çalgı dinlenmemeli; camiler tek minareli olmalı” gibi sert ifadelerle toplumun geleneklerine meydan okudu.
Kadızadelilerin savunduğu bu görüşler, yalnızca dini bir tartışma değil, aynı zamanda sosyal bir hareketin de başlangıcını işaret ediyordu. Rahmetli Yılmaz Öztuna’nın belirttiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu ne tamamen şeriatla ne de laik bir sistemle yönetiliyordu. Bu durum, toplumda bir boşluğa ve karışıklığa neden oldu. Kadızadeliler, halkın günlük yaşamında yer alan bazı gelenekleri ve uygulamaları köklü bir şekilde eleştirerek, insanların dikkatini dini kurallara çekmeye çalıştılar.
Kadızadelilerin Fikirleri ve Mücadelesi
Kadızade Mehmed Efendi, vaazlarında, halkı dine davet ederken, aynı zamanda birtakım yasaklar ve kısıtlamalar da getirdi. Örneğin, “Camilere birden fazla minare yaptırmak, kaşıkla yemek yemek, tekkeler gitmek” gibi uygulamaları açıkça eleştirdi. Bu, toplumu derin bir tartışma ortamına sürükledi. İki taraf arasında, kadızadeliler ve onların karşıtı olan halvetîler arasında ciddi bir mücadelenin başlaması kaçınılmaz hale geldi.
Halvetî şeyhi Abdülmecid Sivasî ve müridleri, kadızadelilere karşı koymaya başladılar. Bu karşıtlık, sadece dini görüşlerle sınırlı kalmadı; aynı zamanda sosyal ve kültürel bir çatışmaya dönüştü. Kadızadeliler, dinin özüne dönüş çağrısı yaparken, Sivasîler tasavvufu ve geleneksel dini uygulamaları savunarak, halkın bu iki grup arasında bölünmesine yol açtılar.
Devletin Rolü ve Kadızadelilerin Gücü
Dönemin padişahı IV. Murad, kadızadelileri destekleyerek, onların görüşlerinin devlet tarafından kabul edilmesini sağladı. Bu destek, kadızadelilerin güçlenmesine ve daha da etkili bir hale gelmesine zemin hazırladı. Padişahın bu tutumu, halk arasında kadızadelilere olan desteği artırdı. Ancak bu durum, zamanla bir otorite mücadelesine dönüşmeye başladı. Kadızadelilerin sert tutumları, devletin otoritesine karşı bir tehdit olarak algılandı.
Kadızadelilerin öne çıkan düşünceleri, halk arasında büyük bir yankı buldu. Ancak bu süreçte, kadızadelilerin aşırılıkları ve katı kuralları, onları toplumdan bir ölçüde dışlamaya neden oldu. Örneğin, “Tütün, alkol ve kahve içmek haramdır” gibi sert yasaklamalar, birçok insanın tepkisini çekti. Bu yasaklar, kadızadelilerin görüşlerini benimsemeyenlerin yaşam tarzlarını ciddi şekilde kısıtladı.
Sosyal ve Kültürel Etkileri
Kadızadelilerin etkisi yalnızca dini alanla sınırlı kalmadı; sosyal ve kültürel normları da derinden etkiledi. Bu dönemde, toplumda sanat, müzik ve diğer kültürel etkinliklere karşı bir tepki gelişti. Kadızadeliler, sema, zikir ve diğer tasavvufi uygulamaları eleştirerek, toplumu daha katı bir dini anlayışa yönlendirmeye çalıştılar. Bu durum, halk arasında derin bir bölünmeye ve tartışmalara neden oldu.
Girişilen bu mücadelelerin sonucunda, kadızadelilerin gücü zamanla azalmaya başladı. Özellikle Köprülü Mehmed Paşa‘nın sadrazamlığı döneminde, kadızadelilerin istekleri reddedildi. “İstanbul’daki bütün tekkeler yıkılacak” gibi talepler, devlet otoritesi tarafından kabul edilmedi. Bu süreç, kadızadelilerin etkisinin kırılmasına ve nihayetinde tarihe karışmalarına neden oldu.
Tarihten Alınacak Dersler
Kadızadeliler döneminde yaşananlar, tarihsel bir döngüyü ve din ile toplumsal yaşam arasındaki çatışmayı ortaya koyuyor. Bu dönemde, hitabet kabiliyeti yüksek olan insanların, bilgi ve donanımlarıyla binlerce kişiyi etkileyebileceğini görüyoruz. Düşünelim ki, aynı yıllarda Avrupa, bilimsel çalışmalara hız verirken, İstanbul’da insanlar hala “Kaşıkla yemek yenir mi?” gibi tartışmalara dalmıştı. Bu, toplumda bilgi ve anlayış eksikliğinin ne kadar derin olduğunu gösteriyor.
Günümüzde bile benzer tartışmaların devam ettiğini görmek, geçmişten ders almadığımızın bir göstergesi. 1621 yılında kaşık kullanımının caiz olup olmadığını soran insanlarla, 2021 yılında oruçlu iken sakız çiğnemenin hükmü üzerine tartışanların benzerliği, toplumsal algının ve anlayışın değişmediğini kanıtlıyor. Tarih, bu tür tartışmaların ve çatışmaların nasıl devam ettiğini gösteriyor; ancak bizler bu döngüyü kırmak ve daha ileriye gitmek zorundayız.